Vet tîni vez zeytuni” diye başlıyordu ayet. İncire ve zeytine and olsun. Zeytin kutsal kitapta kendine bir yer edinmişti ama insanlar dışarıda kalmış gibiydi. Zeytinin kaderinde en güzel beldelerde yetişmekte vardı en büyük savaşlara göğüs germekte. İdlib’de, Azez’de, Halep’te zeytin dile gelse anlatacaklari ilk şey belki de fosfor bombaları olurdu. Filistin’de, Gazze’de, Kudüs’te zeytin dile gelse bombalar altında parçalanan çocukların ayakları üzerine yazılan isimlere şahitlik ederlerdi. Zeytin dile gelse, bürokrasiye yenilen siyasiler utancından dillerini keserdi.
Önce zeytinleri kestiler, sonra umutları ve sonra çocukları… Acımadan, savaş hukukuna uymadan, kendi yüreklerini kendi ağızlarında çiğnercesine çocukları vurdular. Evini terk ederken küçücük kuşlarını kafesiyle birlikte taşıyan çocukları merhametlerinden vurdular. Çocuklarıyla birlikte evdeki çiçeklerini de alan anneleri vurdular. Tüm dünyanın yüreğine taht kuran Rim’ın dedesini can parçasından vurdular. Onlar vurdukça insanlar Filistin’e sevdalandı. Kefiye bir bayrak oldu, Hazar’dan Adriyatik’e, Adriyatik’ten Atlantik’e, Atlantik’ten tüm denizlere, tüm nehirlere ve de göklere bir bayrak gibi dalgalandı. Fakat bir şey değişmedi, zalim aynıydı zulüm aynı. Gazze’de her şey tüm dünyanın gözü önü gerçekleşiyordu. Dünya, insanlık yörüngesinde çıkıp cehennem çukuruna hızla ilerliyordu ve hepimiz içindeydik.
Filistin bir sınavdı ve nerdeyse tüm dünya çan eğrisinin altında kaldı. Bir zulme nasıl kayıtsız kalınır dersini AA ile geçenler, yüreklerinin kör kuyularına gidememekten kendi konfor bataklığında FF ile kalmışlardı. Ve tam olarak Cahit Zarifoğlu’nun “Filistin bir sınav kağıdı, her mü’min kulun önünde” dediği tam olarak buydu.
Bir gün elbet savaşlar biter, acılar hafifler, tarih o zaman çocukların belleğinde kalan fosfor kokusunu içine çeker. Ve çocuklar dökülür satırlara.
Kaldığı çadırın kapısından her sabah, her şeye rağmen şükür ile gökyüzünü izleyen bu gün yüzlü çocuklar asra yemin etmişti. Gün gelecekti Ömer’in Selahattin’in girdiği kapılardan, öldürmeden, yıkmadan yeminini ve intikamını göğsüne iliştirerek bir Filistinli gibi gireceklerdi. Şimdilik sadece yaşadıklarını anlatmaya yetiyordu güçleri. Sina dağına, Süleyman’ın ordusunun önüne yuva kuran karıncalara, varlığına inandığı ebabillere, kalan son zeytin ağaçlarına. Kopan kolunun yanı başında ölen arkadaşının annesi tarafından kendi çocuğunun bedeni ile birlikte götürülmesini sadece anlatıyordu. O bu mezalimi inandıklarına ve inanmak istediklerine anlatıyordu. Anlatacak çok şey vardı fakat şimdilik hiçbir şeye çare değildi.
İnsallah gün gelir savaşlar biter, acılar hafifler, umuda döner yüzünü bu puslu vakitler. Yetişip büyürler şarapneller arasında kuzular ve çocuklar… Elbet bir gün Hanzala yüzünü döndüğünde Ebu Ubeyde yüzünü açtığında…